Bir kavramı anlamaya çalışırken birbirini tamamlayan birçok farklı yöntem izlemek mümkün, ben en çok etimolojik açıdan bakmayı seviyorum. Bağımlılık “bağ” kökünden geliyor, peki “bağ” nedir? TDK’daki karşılığı “iki şeyi birbirine ya da birçok şeyi topluca birbirlerine tutturmak, bağlamak için kullanılan ip, sicim, şerit, tel gibi düğümlenebilir nesne”. Fiil haline dönüştüğünde ise “bağlamak, bağlanmak” karşımıza çıkıyor. Bu kökler üzerinden iz sürmeye devam edersek hiç de tesadüf olmayan bir biçimde “bağımlılık” kavramının açıklanmasında kullanılan temel psikolojik kuramlardan biri ile karşılaıyoruz; Bowlby’nin “Bağlanma kuramı”.
Bağlanma; bir yavru kuş veya memelinin, bir veya daha fazla, seçilmiş figüre yöneltilmiş bağlanma davranışına yol açan süreçlere verilen isimdir. Annelik davranışıyla yavrulara ve cinsel davranış olarak eş veya eşlere yönelik davranış biçimlerine yol açan süreçler için de kullanılabilir. (Bateson, 1966)
SOKULMAK, YAPIŞMAK, İZLEMEK, ARAMAK, ÇAĞIRMAK
Yumurtadan çıkan veya doğan pek çok tür, ilk karşılaştıkları neredeyse herhangi bir nesneyle, işitsel ve görsel bağ, yakınlık içinde kalmayı açıkça tercih eder. Bağlanma, yalnızca o nesnenin yakınına, daha yakınına sokulmaya çalışmak, onun yanında kalmak ve hareket ettiğinde onu izlemekle sınırlı değildir, o yokken onu arama davranışını da kapsar. Hayvanlarda çağırma davranışı bu bağlanılmış nesnenin ortamda varlığı veya yokluğuyla değişiklik gösterir. Bağlanmanın gücü, nesneyle ilişki süresine bağlıdır.
Hayvanlarda bağlanma davranışının başlıca yararı, yırtıcılardan, saldırganlardan korunmayı sağlamasıdır. Her türden hayvan için ani bir saldırıyla ölmek tehlikesi, açlıktan ölmek tehlikesinden çok daha büyüktür. Bağlanma, evrimsel anlamda bu özellikleri taşıyan bireylerin çevreye uyum, dolayısıyla sağ kalım şansını arttırdığı için kalıtsallık gösterir.
“Bağlanma davranışı, yavru kazlar veya ördekler, herhangi bir besin veya ödül almadan önce başlar. Yavrular yumurtadan çıktıktan sonra, gördükleri hareket eden herhangi bir nesneyi, insan, balon, kutu vb. takip etme eğilimindedirler. Belirli bir nesne takip edildikten sonra, bu nesneyi diğerlerine tercih ederler ve bir süre sonra başkasını takip etmezler. Takip edilen nesnenin özelliklerini öğrenme süreci, bağlanma olarak adlandırılır. (Bowlby, 1969)
Etolog K. Lorenz ve kazları, 1936
Yata bağlanan Yavru balina “Colin”
Pilot Angelo d’Arrigo ve Kazlar
Etolog K. Lorenz’in araştırmaları, kuşlardan memelilere pek çok hayvan türünün doğduktan sonraki ilk yönelişlerinin önceden belirlenmiş sabit bir nesnesinin olmadığını gösterdi. İlk eylemin, yönelişin nedeni, besine, süte veya memeye açlığın ötesindeki bir şeydir. “İnsan yavrusu, ilksel bakım verenlerle bağlanma ilişkileri geliştirmeye biyolojik olarak eğilimlidir, bu eğilim biyolojik kökenlidir ve türe özgüdür.” Buna bağlanma veya ötekine “yönelme/sokulma içgüdüsü” diyebiliriz.
Bowlby, bebeğin annesini onu beslediği ve anksiyete olarak hissedilen iç gerilimini azalttığı için sevdiği yani sevginin temelinde fizyolojik bir gereksinimin doyurulması olduğu iddiası yerine bağlanma sisteminin, beslenmeyle ilişkili olmadığını ileri sürer.
Bowlby’ye göre, anne-bebek bağlanması primer bir bağdır. Bebeğin birincil gereksinmesi, insanla temas veya ilişkidir. Bu ilişki bebeği dünyaya bağlar.
Bowlby’nin bu iddiasını, Harlow, 1971 yılında rhesus maymunları ile yaptığı deneylerle doğrulamıştır.
Gelişim psikologları uzun yıllar bebeğin bağlanacağı kişinin, onun beslenme ihtiyacını karşılayan kişi olacağı fikrine odaklanmıştır. Yani çocuğun, kendisini doyuran kişiye karşı bağlılık geliştirdiğini düşünmüşlerdir. Harlow sadece beslenmenin bağlanmayı açıklamak için yetersiz kalacağı düşüncesindeydi.
Yeni doğmuş ve doğumdan sonra annesinden ayrılmış bebek maymunlar kafeslerinin altına serilen yumuşak havluya karşı tıpkı insan bebeklerinin pelüş oyuncak ayılarına beslediği gibi bir sevgi besliyordu. Harlow, bu gözlemleri sonucunda birtakım deneyler yürütmeye karar verdi.
Harlow Deneyi, yavru Rhesus Maymunu
Deneyde iki çeşit “vekil anne” vardı. Biri tel ve metalden yapılma, soğuk, sert, metal tek bir göğse sahip, ancak bu tek göğsünden süt verebilen bir anne; diğeri ise süt vermeyen ama yumuşak peluştan yapılmış, “sıcak anne”. Yeni doğmuş maymunlar biyolojik annelerinden ayrılarak bu iki yapay annenin olduğu kafese konuldu. Literatürde kabul görmüş teorilere göre yavrular süt verebilen anneyi kendi anneleri gibi görmeliydi, “ne de olsa anne-bebek bağı açlık-susuzluk dürtüsünden kaynaklanan bir ihtiyaçtan doğuyordu.”
Harlow Deneyi, Peluş vekil anneye sarılan Rhesus maymunu
Başlangıçta yeni doğan maymunlar her iki vekil anneyle de ilgilenmeyerek çığlık çığlığa ve çaresizlik içinde gerçek annelerini aradılar. Ancak bir süre sonra acıktılar ve metalden yapılma, süt veren anneye sokularak karınlarını doyurdular. Ne var ki, süt veren “vekil anne” ile bağ kuramayacak kadar kısa sürdü bu yakınlık, çünkü uyumak için, ya da sadece kucağına oturmak için peluştan yapılma vekil anneye sokuldular.
“BEBEKLER YALNIZCA SÜTLE YAŞAYAMAZ”
Birkaç gün sonra, metalden yapılma vekil anneye sadece acıktıklarında yaklaştılar ve karınlarını doyurur doyurmaz da peluştan yapılma vekil annenin yanına giderek tüm zamanlarını orda geçirmeye başladılar. Sonuçlar Harlow'un beklediği yöndeydi.
“Bebekler yalnızca sütle yaşayamaz” diyordu Harlow, “Bu beklediğim sonuçtu, emzirmenin önemini göz ardı etmiyoruz ama anne-bebek arasında kurulan bağı açıklamak için yetersiz kalıyor, bu bağ ancak anne ve bebeğin yakın bedensel temas kurmasıyla sağlanabilir.”
Kısacası, Harlow, sevginin-bağlanmanın tat alma değil dokunma duyusuyla ilgili olduğunu vurguluyordu.
Harlow Deneyi, metal vekil anneden beslenip Peluş vekil anneye sarılan rhesus maymunu
Deneyi çeşitlendirmeye karar veren Harlow, ortama bir korku nesnesi eklediğinde bebek maymunların tepkisi ölçtü. Maymunların çok büyük bir bölümü korkuyla peluştan anneye sarıldı. Bunun üzerine bağlanma ihtiyacının yanında temel güvenin önemine de vurgu yaptı ve başka bir varyasyon olarak bebek maymunları, çeşitli uyaranların olduğu 12 metrekarelik bir odaya yerleştirdi. Peluş anneyle odada yalnız kalan maymunlar, ilk etapta korkup vekil annenin yanından ayrılmasalar da daha sonradan etrafı keşfe çıkıyolardı, odada tek başına bırakılan bebek maymunlar ise parmaklarını emiyor, yere kapanıyor ve saldırgan davranışlar göstererek ağlıyorlardı.
Bağlanma kuramı’nın ve Harlow’un deneylerinin bize gösterdiği şey insan yavrusunun bağlanma ve temel güven duygusunun birincil önemde olduğudur çünkü insan yavrusu için her doğum prematür doğumdur. Bir ceylan doğduktan hemen sonra ayakları üzerine kalkıp anne memesini bulabilir fakat insan yavrusu ancak 1 yılda ayaklanabilirken, kendi suyunu içebilmesi veya yemeğini yiyebilmesi doğduktan yıllar sonra mümkün olabilmektedir. Bu açıdan insan yavrusu çevresel koruyuculara ve bakım verenine oldukça bağımlı bir varlıktır. Peki ya bu bağlanma gerçekleşmezse veya kısmen gerçekleşirse? Anne bebeği istemiyorsa, hazır değilse, depresyonda veya yas sürecindeyse yani bağlanılabilecek bir nesne durumunda değilse? Bu durumda bağlanamayan ve temel güven duygusunu sağlayamayan insan yavrusu büyüdükçe yoğun anksiyetesiyle başbaşa kalıp başka bağlanma nesneleri arayacaktır. Tam bu noktada anksiyeteyle başa çıkmayı kolaylaştıran sigara, alkol, uyuşturucu madde veya davranışsal bağımlılıklar karşımıza çıkmaktadır. Gerçekten çoğu zaman bu maddelerin kullanılma sebebi “self medikasyon” diye tabir ettiğimiz kişinin kendi anksiyetesini baskılama arzusudur. Kullanıcı uyuşturucu madde etkisi ile dış dünyadan sağlanan izolasyon sonucu kendini güvende hissetmektedir. Kişiler uyuşturucu madde kullanarak yakınlık kurmaktan ya da reddedilmeyi engellemekten kaçarken, muhtemelen maddeyi güvenli üs olarak kullanmaktadırlar. Genç yetişkinlikteki madde kullanımı bağlanma ilişkilerinin değersizleştirilmesiyle, idealizasyon yokluğu ve bağlanma figürlerine ilişkin kızgınlık duygularıyla ilişkili bulunmuştur. Sıcaklık, ilgi, şefkat, bakım, destek gibi duygu ve davranışların belirgin olarak esirgendiği ya da olmadığı, çocuğu inciten çeşitli fiziksel ya da psikolojik davranış ya da duyguların gösterilmesi yani reddedilmesi kişiyi kaygılı ve güvensiz kılmakta, bağımlılığa zemin hazırlamaktadır.
Bu dönemde Özellikle de oral haz kaynaklarına yönelim tesadüfi değildir.
Yapılan araştırmalar bağımlılık tanılarının tüm ruhsal hastalıklar içerisinde tedavi oranları en düşük hastalık olduğunu göstermektedir. Bağımlı hastalar hem toplum hem de sağlık çalışanları tarafından damgalamaya maruz kalmaktadır. Sağlık sektörünü ve ilaç endüstrisini yaşadığımız dönemin kapitalist ruhu üzerinden okursak, “21. Yüzyıl insanı iyileştirmek değil hasta etmek üzerine kurulmuştur”. İnsanlığı bu döngüden çıkartacak süreçlerin temel güven ve bağlanma süreçlerinin yeniden ele alınmasıyla yani bebeklerle ve çocuklarla kurduğumuz ilişkinin iyileşmesi ile mümkün olacağını düşünüyorum. En nihayetinde hepimiz bağlı, bağımlı ve bağıl varlıklar değil miyiz?
UZMAN PSİKİYATRiST Tahir YILDIZ